Hastaların yeniden iyileşme süresi üç haftadır, halk arasında; ölüye tutulan yas kırk gün...Bu kez tutturuldu, bir hafta da olsa göstermelik bir yas, bol gösterilerle birlikte.
Dinmeyen acıyla süreli bir yas olmayacağını biliyoruz. Yas belki de, bu acıyı yaşayan hepimizın yaşadığı sürece olacak. Belki de kuşaklara aktarılacak.
Hekimlerin sınırları var, uzayan yasların sayrılık sayılması için. Fakat; bu kez uzun süreceğini hepimiz biliyoruz. Aslına bakarsanız, bilmediğimiz; şu anda duyumsadığımızın tam olarak ne olduğu. İçinde bulunduğumuz yasın ötesinde öfke ve şaşkınlık karışımı duygularımız var. Tepkilerimizi göstermeye çalışıyoruz.
Peki; bu felâketten önce, yaşamın 'olağan' akışında duyumsadıklarımızı anımsıyor muyuz?
Yanıtı sorunun içindeki 'olağan' sözcüğünde. Anımsıyoruz. Zaman akıp gidiyordu. Her şey bir oyun gibiydi. İçinde yaşadığımız düzende her şey'olağan'dı. Öncesinde ulaşmanın zor ve emek gerektirdiği her şey kolay olmuştu. Dağıtılan unvanlar, 'titr'ler... Bu olağandı.
Bilginin yararı ve önemi kalmamıştı. Olağandı.
Kıt kaynaklar çok geniş kitlelerin gereksindiği gıdaya, tarıma, enerjiye yatırım yapılarak değil; gösteriş yapılacak alanlara harcanıyordu. Olağandı.
Dünyadaki yerimizi, bir iki yüzyıl önce yapılan işleri yaparak; top, tüfek, uydu, otomobil, uçak ile yukarılarda tutacağımız söyleniyordu. Bilimle, sanatla değil. Olağandı.
Bir bölümümüz, bu akıl dışılık kendi öznel kaygılarımızı yatıştırdığı için; bir bölümümüz de akıl dışılığa dikkat çektiğimizde kaygılarımız artacağı için olağanlaştırmada buluyorduk, huzuru.
Çünkü; hemen herkes neden istendiği belli olmayan bir huzur peşindeydi.
Daha açık söylemek gerekirse, ya bizler de 'bir tatlı huzur' alıyorduk bu akıl dışılıktan ya da o 'tatlı huzur'umuz kaçmasın diye susuyorduk.
Örneğin; felâkette yağmacılara şaşırıldı, bir şişe suyun bir birimlik bedelini otuz birim yapanlara kızıldı. 'Vicdansızlık' dendi.
İnsan karakterinin savaşlarda, âfetlerde, göçlerde ortaya çıkan karanlık yüzüne hayıflanıldı. Oysa, felâket hattının çizilmiş olduğu bir haritayı bile alıp baksak... Yaşı yetenler vardır, o insan karakterinin karanlık yüzünün geçmişte de ortaya ne kadar çok çıktığını, o hat üzerindeki yer isimlerini gördüklerinde anımsamaları için. Her şey o zamanlar da 'olağan'dı.
Yapı stokundan, yapıların 'yapısızlığı'ndan söz etmeye bile gerek yok. Orta Doğu'nun 'konut' anlayışı şatafattan oluşur, teknikten değil. Bunu da 'olağanlık'la kabul etmiştik. Konutu olanlar, değer kazanıyor diye ekonomi yasalarına aykırı tüm olağan dışılıkları olağanlaştırmışlardı. Havuzlu siteler, tenis kortları vesaire...
Sormuyorduk, kaç kuşak öncesine dek bizimkilerin tenis oynadığını, havuza girdiğini...Tenis ve yüzme gibi güzel etkinliklerin neden şehrin bir parçası olan kamusal yerlerde değil de, demirsiz kolonlar üzerinde yükselen gösterişli yapıları çevreleyen yüksek duvarların arkasında yapıldığını...Kıyıların neden talan ediidiğini...Çünkü; biz 'şehir' nedir, bilmiyorduk ve bu olağandı. Bakın yıkılıp gitti şimdi...
Olağan olmayan tek şey yer kürenin dinamiğiydi. Felaket bu nedenle olmuştu, yer küre kımıldadığı için.
Çok üzgünüz ama insan yas tutarken de aynaya bakmalı. Çünkü;
"Öyle bir kölelik ki, küçümsenemeyen
İşte bu ışıltılı debdebeden
Bir yıldız gibi kayıp
Geçip gitmiş uzaklara
Bunlardır diyorum,
Şarkımda olacaklara."*
Başımız sağolsun.
*Book the First, lines 1-8, in Atherstone, Edwin (1828), The Fall of Nineveh: A Poem, London: Baldwin and Cradock, p. 3.
Submiss attended, nor such servitude
Opprobrious named—from that high eminence
How, like a star, she fell, and passed away,—
Such the high matter of my song shall be.
Yorumlar
Yorum Gönder